Ölüm Kavramı Ve Yas Gelenekleri Üzerine


Ölüm kavramı bilincimizde, belki de insanlığın yaşamı fark ettiği zamanla eşdeğer bir sürece sahiptir. Ardını dolduramadığımız bir boşluk gibi görünse de tarih boyunca üzerine pek düşünülmüş, yazılmış, hakkında hikayeler anlatılmıştır. Ölümü yenmeye ahd etmiş kahramanlar ve ölümün elçiliğini yapan düşmanlar destanları süslemiştir.

Ancak psikanalitik kurama göre ise aslında insan ölümü arzulamakta, beklemekte, bu çatışmadan kaçınmak için de varlığını kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Freud ölüm üzerine demiştir ki: “Bilinçdışımız kendi ölümüne inanmaz, ölümsüzmüşçesine davranır. Kendi ölümümüzün nasıl olacağını hayal etmek gerçekten de imkansızdır. Ne zaman bunu yapmaya çalışırsak da hala “izleyicisi” olduğumuzu fark edebiliriz.” Ölüm bu sebepledir ki ancak başkasının üzerinden deneyimleyebildiğimiz bir yaşantıdır. Bu noktada da  esasen deneyimlediğimiz şey, daha sonra bahsedeceğimiz, yas halidir. Her yas bize kendimizin hayatta olduğunu ancak ölümün de herkesi karşılayacak bir gerçek olduğunu gösterir. Eski bir Latin deyişindeki gibi: Omnia mors aequat (Ölüm her şeyi eşit kılar).

Yas, kaybedilenin ardından geçirilen üzüntülü ve öfkeli duyguları da içeren aslında bir alışma sürecidir. Tuttuğumuz her yas bizi ölümü anlamaya biraz daha yaklaştırabilir yahut ondan tamamen ürkmemize sebep olabilir. Evrensel bir durum olan ancak toplumlarca çeşitlenen yas tutma davranışı, genelde kişiyi kayba alıştırma işlevlerini görmektedir. Her kültürde kendine özgü yas gelenekleri, üyesi olan bireye kaybının ardından neler yapacağını öğretmektedir. Dr. Alan Wolfelt bu konuda “Kelimeler yetersiz olduğunda ritüellerimiz vardır.” demiştir. Cenaze ardından gerçekleştirilen ritüeller, ölen kişinin sevdiklerini de bir araya getirir, birbirlerinden bu süreçte destek alabilmelerine izin verir.

Psikanalitik kurama göre, kaybettiğimiz kişinin içsel temsiline yüklediğimiz libido, onun kaybından sonra yeniden kaynağına dönme süreci yaşar. Bu anda benlik, boşluğun acısını çekmektedir. Bir yandan da libidoyu nesneden çekmeme konusunda direnmektedir. Ancak sağlıklı bir yas süreci, bu direnmenin sonunu kabullenmeye bırakmasıdır. Aksi halde kişi, yaşayacağı yası geciktirmekte ve libidinal yatırımını artık gerçek dünyada olmayan bu kişinin içsel temsiline aktarmaya devam etmektedir. Dünyadaki ölüm ve yas gelenekleri de bize bir şekilde artık o kişilerin gerçek dünyada olmadığını, ölümün gerçekliğini aktarma amacı taşıyan pratiklerdir.

Çeşitli örnekler üzerinden şimdi bu gelenekleri inceleyelim.

Yahudilerde ve Müslüman Araplarda görülen ölen kişinin üzerine mezarda toprak atma eylemi, bir çeşit vedalaşmadır. Bu toplumlarda ölen kişinin yakınları, o kişinin toprağa koyulmuş naaşı üzerine birer kürek toprak atarlar. Amaç el birliği ile o çukuru doldurmak değil, her bireye ölümü kabullenme için bir şans tanımaktır aslında. Çünkü yasın ilk aşaması olan reddetmeyi önlemek adına kültür bize, artık ayrı düştüğümüz ve bir daha bizimle olamayacağını bildiğimiz kişiyi kendi ellerimizde gömdürür.

Tibet ve bazı Moğol geleneklerinde ise ölen kişinin bedeni artık “boş bir kabuk” sayılır. Ruhun gidişinin ardından bu beden belli bir usulde katlanarak yüksek bir dağın yamacına bırakılır. Ardından çeşitli leşçil kuşların onu yemesine izin verilir. Bölgenin reankarnasyon inancına göre kişinin ruhu, zamanı geldiğinde başka bir bedende yeniden bu dünyayı deneyimlemek üzere doğar.

Pagan Avrupa döneminde ise ölen kişinin ardından pencerelerde mum ve tütsü yakılarak ruhunun yolunu aydınlatmaya, onu öte aleme uğurlamaya niyet edilir. Bu şekilde aslında yas tutan kişiler, sevdikleri için kendi inançları çerçevesinde son bir iyilik yapmış olma imkanı da bulurlar.

Hindu topraklarında ise ölüler çeşitli kokular ve çiçeklerle bezenir, ardından ise yakılır. Yakıldıktan sonra külleri, bir tanrıça kabul edilen Ganj’ın sularına savrulur. Suların denize ulaşıp sonra yeniden yağmurla beraber döngüye devam etmesi gibi ruhun da döngüye bu şekilde devam edeceğine inanırlar.

Bazı Hristiyan gruplarda ölen kişi yüzü doğuya bakar şekilde ve oturur vaziyette gömülür. Bunun amacının ise Mesih geldiğinde onu selamlamak üzere olduğu söylenmektedir.

İlkel kabilelerin bir kısmında ise ölünün bedeni, cenin pozisyonuna getirilerek gömülür. Doğmak için beklediği ana rahminin bir benzeri olarak bedenin sonsuz uykuya dalacağı ve ruhun yeniden doğmak için bekleyeceği uzak diyarlara kişinin böyle uğurlanması gerektiğine inanılır.

Aslında sayılabilecek daha bir çok örnek vardır. Fakat ölenin uğurlama anlayışı ve yasın nasıl sağlıklı bir şekilde atlatılacağı bilgisi de görüldüğü üzere kültürden kültüre değişmektedir. Yazıyı sonlandırmadan önce belirtmek isterim ki birini kaybettiğinizde, vedalaşmayı reddettiğiniz tek şey o kişi mi yoksa içinizde kopan başka şeyler mi var bunu düşünmeniz. Bunu düşünürken de kendinizi dönüştürmekten korkmadan “eski” kendiliğinizin ölümüne izin verip gerçek kendiliğinizin yeniden doğmasına izin vermeniz..

Henüz Yorum Yapılmamış

Cevap Yaz

E-Posta adresiniz paylaşılmayacak.