Etimolojik açıdan baktığımızda Nişanyan Sözlüğe göre korku, Orhun yazıtlarında geçen eski bir kelimedir. Daha da köke inilince korumak fiili karşımıza çıkar. Ona gelen dönüşlülük ekiyle anlam “korunma refleksi ile davranmak” anlamına geliyor. Moğolca’da ise korguda kelimesinin sığınmak, saklanmak olup “korimek” ile bakıldığında kuşatmak, hapsetmek, kapamak anlamları önümüzde sıralanıyor. Güncel Türkçe sözlüğe baktığımızda “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü” olarak tanımlandığını görüyoruz. Ancak burada korku gibi yalın bir duygunun neden kaygı ve üzüntü gibi farklı duygularla karıştırılmış olduğunu anlamış değilim.
İngilizce hali olan fear, Eski İngilizce’deki fær (bela, ani tehlike, vahamet, saldırı) kelimesinden, bu kelime de Proto-Cermence’deki feraz (yani tehlike) kelimesinden gelmektedir. Latince karşılığı ise bizim için daha tanıdık olan terror kelimesi, dehşet olarak da çevrilebilir. Yunanca’da fobia kelimesi ise ismini Ares ve Afrodit’in oğlu Phobos yani korkudan alır. Kardeşinin ismi ide Deimos yani dehşettir.
Şu hayatta ilk tanıştığımız duygularımızdan biridir kendisi. Daha bu dünyaya ilk geldiğimiz anda bile bizi bir belirsizlik beklemektedir. İçinde bulunduğumuz o güvenli ve her şeyiyle mükemmel şekilde ihtiyaçlarımızı karşılayan anne rahminden dünya yaşamına geçtiğimizde buranın yaşanılası bir yer olup olmadığını bilmemek belki de bizim ilk korkumuzdur. Ta ki güvenle yatıştırılana kadar. Korku ile de cesaret en baştan beri iç içedir aslında. Aslında anne rahminden dışarı çıkmaya cesaret ederiz önce. Dünyayla tanışmak, kaçamayacağımız bir korkudur. Bizi karşılayacak dünyanın ne olduğundan haberimiz yoktur, zaten dünyaya dair de bir bilgimiz yoktur. Bebeğin doğumundan takiben ilk iki aylık süreçte her şey “kendisidir”. Bu dünyaya dair yaşadığımız ilk korku, cesaret ve güven de bu yüzden kendimize ve dünyaya yönelik algının ilk tohumlarını atar. O günden beridir de yeniden mükemmel dengeye ulaşabilmek adına acıdan kaçar ve hazzı kucaklamaya çalışırız. Korku ise bu durumda bizi acıtma riski olan şeyden kaçmak, hazza engel olan şeyden uzak durmak için bir işleve sahiptir.
Doğrusunu söylemek gerekirse korku bizim için oldukça işlevsel bir duygudur. Dediğimiz gibi hayatta kaçmamız, uzak durmamız gereken şeyleri bize gösterir. Oldukça da evrensel bir duygudur, tüm hayvanlarda bulunur. Korku duygusu bize hakim olduğunda donup kalmak (dorsal vagus siniri), saklanamak veya kaçmak (sempatik sinir sistemi) en temel üç tepkidir. İlki korkuya teslim olur ve çaresizlik halidir. Diğer ikisinde ise korkulan şeyden sakınmak adına aktif bir eylem vardır.
Donup kaldığımız durumlar hakkında bilgimiz olmayan, ilk defa onu yaşadığımız, herhangi bir şekilde ne tepki vereceğimizi kestiremediğimiz durumlardır. Kısa bir an sürer genelde ve sonrasında yerini savaşma-kaçma tepkisine bırakması muhtemeldir. Donup kaldığımız korku durumları, korkuyu algıladığımız anda o dehşet duygusunu zihnimizde nereye koyacağımızı bilemediğimiz anlardır. Bu aldığımız çok kötü bir haber veya karşılaştığımız beklenmedik bir durum karşısında olabilir. Hepsinde ortak tema ise bilinmezlik ve beklenmezliktir.
Savaşma-Kaçma tepkisi ise bizi dehşet karşısında donup kalmaktan çok paniğe karşı tepki vermeye iten süreçlerde işler. Korktuğumuz durumla eğer biraz baş edebileceğimizi düşünürsek savaşma, bizi aşacağını düşünürsek kaçma eğilimi içindeyizdir. Bir organizma olarak burada seçimimiz ise hangisinin bizi hayatta tutacağına daha çok inanıyorsak o yöndedir. Herhangi birisi doğru veya yanlış olarak nitelenemez, her duruma özgü farklı bir değerlendirme yaparız.
Eğer hala doğada yaşıyor olsaydık korku duygusunu oldukça somut şeylere ve karşılaştığımız anda verecektik. Örneğin yılana, bize saldırmak üzere olan ayıya, aniden önümüze çıkan uçuruma, karanlıkta duyduğumuz sese… Korku, elimizdeki mevcut kaynaklarımızla ve gücümüzle baş edemeyeceğimiz bir şey ile karşılaşma duygusudur. Bazen bildiğimiz bir şeyden korkarız, ondan korkmamız gerektiğini öğrenmişizdir. Bazen de en bilmediğimiz şeylerden korkarız. Bilmemek de çok korkutur. Modern insan olarak pek çok şeye karşı korku duymaktayız. Sevmeye, terk edilmeye, işsiz kalmaya, özsaygımızı kaybetmeye, başımıza gelebilecek bir felakete, yükselecek fiyatlara… Fakat doğada yaşanan korkunun aksine bu korkular çok soyuttur, kaynağı henüz karşımızda bile olmayabilir, ancak dehşeti benliğimizi sarmıştır bile. Bu sebeple duygunun adı artık değişir: Kaygı.
Kaygı, gerçekleşmesini muhtemel gördüğümüz duruma dair yaşadığımız endişe verici ve korku içerikli duygu halidir. Kaygı bizi durum gerçekleşmeden önce hükmü altına alır. Onunla ya baş edecek yeni çözümler üretiriz ya da kaygının bizi tamamen ele geçirmesine izin veririz. Kaygının kaynağı bizizdir, içimizdedir. Bu yüzden dışarıda görünür olmayan bir şey ile savaşmak da neredeyse imkansız, kaçmak ise olanaksızdır. Gözlerimizi açtığımız her yerde karşımızda çok canlı bir şekilde durur. Oldukça mantıksız olduğunu bize bir çok kişi -hatta kendimiz bile- söyler. Ancak içimizdeki bu düşünce bizi kaygılandırmaya devam eder. Çünkü riskin nesnesi gibi kendisi de belirsizdir. Baş edebileceğimize dair bir garantiyi, en mucize bir çözümü planlasak dahi göremeyiz. Zira hala kaygının iplikleri bizi tutsak etmiştir ve onu ancak gerçeklik tümüyle gevşetebilir.
Korkularımız bizim “kim olduğumuza” dair, kendiliğimize dair çok büyük izler taşır. Kendimizi neyde eksik, nerede çaresiz hissettiğimizi bize anlatır. Kendimizi nerede güvensiz hissettiğimizi ve hangi durumlarda içsel-dışsal güven kaynakları aradığımızı gösterir. Bazen korkulardan bahsetmek bile birileri için korku sebebi, tedirginlik kaynağı olabilir. Bu tür insanlar, dünyayı ve çevreyi tehditkar olarak algılayan kişilerdir. Aslında en temel korkuları karanlık, yılan, balon, boğulmak değildir; bunu başka insanların bilmesi ve kendisine karşı kullanmaları ihtimalidir. Bu kişilerin en temel korkuları aslında başka insanlara karşı savunmasız ve güçsüz olmak yahut öyle gözükmektir.
Modern insan olarak en çok da kendimiz olmaktan korkarız. Kendimiz olmak, kendimizi göstermek önemli bir cesaret örneğidir. Her an dışlanmak, her an damgalanmak bizleri en çok korkutan şeydir. Kendimiz olabilme cesaretini göstermek kolay bir yol da değildir. Bizim nasıl biri olmamız gerektiği ve nasıl biri olursak “kötü çocuk” kabul edileceğimiz ebeveynlerle başlayıp okulla devam eden, ikili ilişkiler kurup arkadaşlığa ve oradan da iş dünyasına evrilen meşakkatli bir süreçte öğretilmiştir. Hiç kimse bizi kendimiz olduğumuz için kolay kolay takdir etmez. Çünkü kişinin kendisi olması, toplum için korkutucudur. Her kişinin kendisi olması, toplumda sonsuz bir ihtimaller dizisi yaratır. Birisi kendisi gibi olduğunda nasıl davranacağı kolay kestirilebilir değildir. O kişiyi tanımak için zaman, emek, çaba harcamayı gerektirir. Onu olduğu gibi kabul etmeyi de zamanla gerektirecektir. Fakat toplum bu noktada en kolayını seçer: Herkesin topluma uyum sağlaması. Bu yüzden birey ve toplum arasında karşılıklı bu korku doğar. Toplum, kendisine uyulmamasından ve çeşitlilikten korkar; birey ise toplumun onu dışlamasından. Bu da en nihayetinde tek tip insanlardan oluşan toplumlar ve kendine yabancılaşmış insanlar ortaya çıkarır.
Bu kadar çok korkudan bahsettikten sonra konuyu cesaret ile kapatmak isterim. Hakkında belki de bir yazı isteyen bir konudur, zamanı geldiğinde ona da değineceğimi düşünüyorum. Cesaret kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiş. Ataklık, atılganlık, risk alabilme gibi anlamları mevcut. Türkçe karşılığını düşündüğümde ise yüreklilik olabileceğini tahmin etmekteyim. Tam da bu anda zihnime yogadaki kral güvercin asanası geldi. Bu asana, kalbi tamamen açan ve yüzü gökyüzüne doğru yönelten bir duruştur. Cesaret ile ilişkilendirilir. Cesaret, bir korkusuzluk durumu değilidir. Korkusuzluk, henüz korku ile tanışmamış bebeklerde veya dönemi gereği kendine bir şey olabileceğine inanmayan ergenlerde görülmektedir. Korkusuzluk kişinin kendisini yeterince tanımıyor olabileceğine veya duygularına bir yabancılığı olabileceğine işaret olarak görülebilir. Cesaret ise kişinin korkularıyla yüzleşmeye, yapacaklarının sonuçlarını göğüslemeye olan kabulü ve isteğidir. Cesur kişi, gerçekleştireceği eylemin ne olduğunu ve muhtemel sonuçlarını bilir, kendisi ise bu noktada karşılaşabileceği her şey ile yüzleşmek ve devamını görmek üzere kendisini hazırlar. Cesur kişi tehlikelerin ve o tehlikeleri düşünmenin kendisinde yarattığı tedirginliğin farkındadır, bunları reddetmez. Ancak hepsini karşılamak için de kolları sıvamıştır. Kendisini bu yüzleşme için hazır hisseder. Korku, bizi bir yere hapseder. Eve, güvenli alana, kendi içimize, maskelere… Korktuğumuzdan uzak olacağımız herhangi bir yerde tutar bizi. Cesaret ise o kapıyı aralamak ve korkulan şeye bakmak için ilk adımı atmaktır.
Bu yüzden cesareti korkusuzlukta değil korkularınızda, açık bir yürekte arayın.
NOT: Fotoğraf, NTV O An serisindendir.
Kavramların gücüne inanan biri olarak korku, kaygı, cesaret gibi kavramlarla ilgili derinlemesine bir yazı okumaktan zevk aldım. Birçok kavramın basitleştirildiği ve anlamın yok sayıldığı ya da anlamdan bihaber olunan bir zamanda bu derinliğe ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.