Ben, kadınların çalıştığı bir ailede büyüdüm. Annem, anneannem ve ben aynı evde yaşardık.
Annem ve babam ben ortaokuldayken boşanmışlardı ve anneannem de 5 yıl önce dul kalmıştı. Dedem, ben ilkokula başlarken vefat etmişti. Üç kuşak aynı evde yaşama yıllarımız ben üniversiteyi okumak için ayrılmama kadar devam etti.
Annem, ben kendimi bildim bileli çalışıyor ama hiç bir zaman “normal” bir işi olmadı. İlkokulu bitirince eve para getirmesi için bir fabrikaya verilmiş. Annem için bu çalışma fikri başta büyüleyiciymiş çünkü çalışacağı fabrika bir oyuncak fabrikasıymış. O yaşta bir çocuğun hayalinde oyuncak fabrikasında çalışma fikri muhteşem olmalı. Ancak işin aslının öyle olmadığını anlaması pek uzun sürmemiştir. İşte annem o zamandan beri çalışır. Aslında çalışma hayatı için biraz daha geriye gidebiliriz.
Annem ve rahmetli dayım ilkokula giderken anneannem elmalı şeker yaparmış ve onlar da bir sepette satarlarmış. Anneannem kocaman kazana eğilip elmaları şekerlere bandırırken annem ve dayım da sayarlarmış ve hep de iki eksik söylerlermiş. Kazandaki şekerin dibi kaldığında anneannem en çirkin elmayı alıp dibini sıyırır annemlere verirmiş yemeleri için. Annemler onu bir güzel yerlermiş, sonra da dışarı çıktıklarında sepetteki en kırmızı, en güzel, en parlak elmalı şekeri alır, afiyetle mideye indirip bir yandan da sepeti satıp bitirmeye çalışırlarmış.
Anneannem de çok çalışmış, dedem onu Tekirdağ’dan İzmir’e çocuk yaşta kaçırdığından beri yapmadığı iş kalmamış. Tarlada çalışmış, çocuk doğurtmuş, kırık çıkık iyileştirmiş, ölü yıkamış, siğil tedavi etmiş, futbolcuların formalarını yıkamış.
Anneannem akşam yemeği için ot toplardı ve manavdan sebze almak için zeytinyağı takas ederdi. Annem ve anneannem her şeyi satabilir ve takas edebilir. Ticari zekamın beslendiği yer burası.
Böyle bir evde çocuk olarak bulununca “normal” bir hayatı olamıyor insanın, okul kitaplarında anlatıldığı, televizyonlarda gösterildiği ve herkesin doğru dediği şekilde. Misal bizim ev her zaman dağınıktır, sürekli olarak ev temizlenmez, mütemadiyen toz alınmaz, çünkü herkesin dışarıda yapacak çok işi var. Kısırların yendiği günler ve gündüz misafirlikleri benim çocukluk hayatımda yoktu. Bense bu hayattan nefret ederdim, “normal” olmadığı için. Herkesin annesi okuldan geldiğinde evde olurdu ve akşama çorba başlangıçlı dört çeşit yemek bulunurdu. Bu “normal”i ben nerede öğrendim, bu kimin hayatı? Böyle bir hayat özlemi, benim özlemim miydi? Çocukken bunu düşünmem ve anlamam çok zor.
Annem sırasıyla; oyuncak bebek elbisesi dikmek, omurilik felci geçiren bir arkadaşımızı üniversiteye götürmek, zeytincilik, organik tarım, arıcılık yaptı. Bunların içinde en uzun süre uğraştığı alan tarım oldu. Kendine “ben doğa işçisiyim” derdi. Ama o yıllarda da bu benim “normal”imden çok uzaktı.
Ben de oyunculuk okuduktan sonra normal biriyle normal bir aile hayatı yaşamak için normal bir evlilik gerçekleştirdim ki artık o enteresan eve gitmek zorunda kalmayacaktım. Gerçekten de okul kitaplarındaki gibi “normal” bir hayatım oldu, bu normallik 9 yıl sürdü ama bu başka bir hikayenin konusu.
Evde oturmak, ailecek yemek yemek, kadın olarak çalışmak ve evdeki vazifelerini yerine getirmek, çayı bitmiş mi diye herkesin bardağını kontrol etmek, iki günde bir toz almak ve misafir kabul etmek gibi pek çok güç şeyle sınandım. Normal bir hayat için çok çabaladım, böyle bir yaşam için insanın kendi duygu, düşünce ve inançlarından vazgeçmesi gerekiyor. Sürekli acaba ne yapmalıyım diye etrafa bakınması, kim ne yapıyorsa onu yapması ve acaba benden ne bekleniyor diye anlayıp tam zamanında harekete geçmesi gerekiyor. Bunları öğrenmek çok zordu ama bunları bırakmak daha zor oldu, bu da başka bir hikayenin konusu.
Şu an geldiğim noktada zaman başa döndü. Annem, ben ve kızım aynı evde yaşıyoruz. Ben masal anlatıcısıyım, annem glutensiz ekmek ve atıştırmalıklar yapıp satıyor, kızım da neden bizim normal bir hayatımız yok diye isyan ediyor.
Bir gün ben, annem ve hiç de normal olmayan kızım sinemaya gittik. Bal Ülkesi belgesel filmine. İşte “Kendi Olmak” masal anlatımının konusu da böyle oluşmuş oldu.
Filmi uzun uzun anlatmayacağım dergide bununla ilgili uzun bir yazı yazdım. Hatice’nin kamera karşısında kendi olması beni çok etkiledi. Kendi olarak arıcılık yapması, doğayı olduğu gibi kabul etmesi, onu sömürmemesi. Bir yandan da komşularının daha çok para için arıların tüm balını alması. Doğamıza uygun çalışmadığımızda tüm ekosistem çöküyor, kendi ekosistemimiz de buna dahil.
Çalışma koşullarımızı düşündüm, kadınlar ve erkekler olarak. Bu çöken sistemin altında kalıyoruz hep birlikte. Ancak üzülerek görüyorum ki kadınlar bu yıkıntının altından çıkacak gibi olduğunda başlarına bir odunla vuruluyor. Bir yandan ev içi görevler, bir yandan toplumun beklentileri bir yandan kendi arzu ve istekleri. Çocuk da yaparım kariyer de, çok güzel görünürüm ve bir gram fazla yağım olmaz. Bu kimin hayali? bu kimin isteği? Bu “normal” kimin işine yarıyor.
Tüm yaz çalışmış, kış için bal biriktirmiş arılar olarak düşünelim kendimizi, sonra biri geliyor, kapağı açıyor ve bize bir damla bile bal bırakmıyor. Besinimiz elimizden alınıyor, çalışmamız ve üretmemiz karşılığındaki o tatlı balımız, mutluluğumuz. Biz de bu elimizden alındığında hayatta kalmak için komşularımızın balına saldırıyoruz.
Bu yalnızca bir kadın sorunu değil, bir insanlık sorunu ve aslında bu dünyamızın sorunu. Toprak anayı köleleştirdik ve sömürüyoruz. Bunun farkında olmak, kendimiz olmak, doğamızı yaşamak, doğamızı yaşatmak ve her sömürüye dur demek bizim sorumluluğumuz.
Zorla koparılmış olsak da, çalınmış olsa da tüm emeklerimiz, hatırladığımızda kim olduğumuzu işte o zaman dur diyebiliriz. İşte o zaman kendi doğamızı yaşayabiliriz, o zaman normal diye bir şeyin olmadığını anlayabiliriz.