Maid Dizisi ve Anneliğin Yüceleştirilmesi

10’dan Maid’e  Annelik, Kadın ve Araba

Belki de hiç yapılmayacak bir şey yapıyorum, bir Kiarostami filmi ile bir Netflix dizisini aynı yazıda geçirip karşılaştırıyorum. Aslında amacım sinemasal açıdan ele almak değil, haddim de değil ancak bir izleyici ve bir kadın ve bir anne olarak her ikisinin de bende uyandırdığı duyguları paylaşmak istiyorum.  Bu alanın uzmanlarını üzdüysem şimdiden affola.

 

Öncelikle hem 10 (Ten) hem de Maid’den bahsedeyim izlememiş olanlar için. 10 (Ten) Abbas Kiarostami’nin 2002 yılında çektiği bir film. İran’da geçiyor. Maid 2021 yılında Netflix yapımı ve yaratıcılarının arasında Molly Smith Metzler yer alıyor ve Amerika’da geçiyor. 10 filmini bu zamana kadar izlememiş olmak benim ayıbım olsun ancak her ikisini de arka arkaya izlemiş olmanın bana sunduğu bakış açısı güzel olduğundan pişman değilim. Maid dizisini de sosyal medyada fikirlerine güvendiğim kadınlardan “kızkardeşlik” teması altında duyduğumdan merak edip izlemeye başladım. Hatrı sayılır bölüm izledim ancak hepsini de bitirebilmiş değilim. Bir süre sonra motivasyonum kalmadı, esasında dizi izlemektense film izlemeyi tercih edenlerdenim. 

 

Yazının bundan sonrası spolier içerecektir el mahkum, isterseniz önerilerimi izledikten sonra yazıyı okuyabilir ya da siz de benim gibi epikçiyseniz okumaya devam edebilirsiniz.

Anlatım kolaylığı olması için Maid’den de film olarak bahsedeceğim yazının bundan sonraki bölümlerinde. Her iki filmde de annelik, kadın olmak ve araba sürmek temaları öne çıkıyor. Esasında beni düşünmeye iten kısmı önce araba sürme kısmı oldu. Dilerseniz oradan başlayalım. 10 filmi bir arabanın içinde geçiyor ve arabayı kullanan kadının yanına oturan kişileri sayısını anlatıyor aslında 10 kişi değil 10 farklı sürüş de diyebiliriz buna. Aynı kişilerin oturduğu da oluyor çünkü. Kamera sadece ön koltukta ve yüzler görünüyor. 

Maid de gecenin bir yarısı çocuğunu alıp, arabaya atlayıp evden kaçan bir kadının hikayesi ve açılış sahnesi de aynen bu şekilde başlıyor. İlerleyen sahnelerde benzin almak, arabanın kaza yapması, başka bir araba bulmak, bir kadının “yetişkin bir kadınsın araban yok mu” diye sorması arabayı önemli bir imge olarak karşımıza çıkarıyor.

Her iki filmi de birlikte düşünme süreci bende bu noktada başladı. İran’da kadınların araba kullanmasının pek çok kuralı vardı, sonra da tartışmalar yaşandı. Başı açık kullanabilir mi yanında biri olabilir mi? ya da arabanın içi özel alan mı kamusal alan mı diye.  

Bir kadının kendi özgürlüğünü eline almasının çok önemli bir sembolü olarak görüyorum araba kullanmayı. Boşanma döneminde ben dahil pek çok arkadaşım araba kullanmaya başladı, ehliyet kursuna gitti. Hayatın kontrolünü eline almak anlamına geliyor bir şekilde. Hem ekonomik olarak hem de sembolik olarak. 

Maid’de durum biraz daha farklı, kültürel olarak. Yani evet, kadının hayatının kontrolünü eline alması olarak yine aynı anlatım karşımıza çıkıyor ancak orada herkesin mi arabası olur? Kadının evinin olmayıp arabasının olması, yemek alamayıp benzin alması şu şartlarda Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak kesinlikle benim anlayabileceğim bir şey değil. Bu açıdan özdeşlik kuramadığım bir durum oldu seyirci olarak ama bu tamamen bizdeki araba ve benzin fiyatlarından da kaynaklanıyor olabilir.

Her iki kadın odaklı filmde arabanın böylesine önemli bir eksende yer alması bana “içinde araba geçen filmler” bulmak konusunda meraka sürükledi. Var mı bildiğiniz kadın ve araba ile ilgili filmler? Oradaki ilişkilere bakmak da ilginç olabilir.

Gelelim iki filmin de benzeştiği diğer bir alana. Anne olmak. 10 filminde kadının anne olduğunu filmin 5. dakikalarında anlıyoruz. Arabaya binenin onun oğlu olduğunu hemen anlamıyoruz. Hikaye de yavaş yavaş açılıyor asında. Bu nasıl bir kadın, oğlu ile nasıl bir ilişkisi var. Tabii ki burada senaryonun, yönetmenin, oyuncuların ustalığını övmeyeceğim. Bu yavaş yavaş açılma seyircide bir sorgulamaya neden oluyor. Konuşulanlarla ilgili yorum yapmaya, düşünmeye başlıyorsunuz. Bazen hak veriyor bazen de suçluyorsunuz. Arka koltukta oturur gibi. 

10 filmindeki annelik kavramı yüceltilmemiş. Aksine oğlu tarafından suçlanan “kendini düşünmek” “bencillik” ile yargılanan bir anne var. Kocasından boşanmış ve yeniden evlenmiş. Oğlunun konuşması ve suçlamaları karşısında ne düşüneceğinizi bilemiyorsunuz. Aynı konuşma bir yetişkinle yapılsa mesela çocuğun babası farklı bir tepki vereceğiniz her şey değişiyor. Anne olmanın yemek yapmak, her gün farklı yemek yapmak, güzel yemek yapmak, evi temizlemek ve kendi mutluluğunu geri plana almak olduğu öğretilen toplumsal durumda çocuk da annesini bu konularda suçluyor. Bu durum çözülmüyor da. Kimse ikna olmuyor, kimse mutlu son yaşamıyor. Kadın kendini anlatıyor sürekli olarak, bir sanatçı -fotoğraf sanatçısı – olarak neden dışarıda olması gerektiğini, yemekleri başkasının yaptığını ve kendini sevmeyen birinin aslında kimseyi sevemeyeceğini. Yine de yüceltilmiş bir anne ve annelik görmüyoruz.

Maid’de ise annelik çok kutsal ve önemli. Kadın, uzun zamandır şiddet gördüğü alkolik sevgilisinden bir gün cam kırıkları çocuğunun saçından çıkınca ayrılmaya karar veriyor. Sonrasında ise iş bulmaya ve bir yerlere yerleşmeye çalışıyor çünkü maddi olarak bir gücü yok. Bir eğitimi de yok ayrıca yanına sığınacağı bir ailesi ve arkadaşları da yok. Tamamen tek başına. Temizlikçi olarak en azında devlet yardımlarından yaralanmaya çalışıyor. Çetin bir hayat sürmeye başlıyor ve en büyük mücadelesi de devletle. Devlet ona sürekli doldurması için formlar veriyor ve mahkemede kesinlikle anlamadığı “yasal” bir dil konuşuluyor. Her ne olursa olsun tutunduğu tek dal anneliği. “Sadece kızım için yaşıyorum” diyor. Bir süre sonra beni diziden uzaklaştıran da bu “yüce annelik” kavramı oldu.  Kızıyla geçirdiği her vakit ve her anısı harika mutlu bir müzik eşliğinde, sarı parlak bir ışıkla, yavaşça gülüp dönmelerden oluşuyor. Kızı sürekli gülümseyen çok tatlı biri. Kızına sarılında tüm yorgunluğunu unutuyor. Kızı ağlamıyor, kimseyi suçlayacak yaşta da değil. Bu arada başka bir anne kız ilişkisi de kendisi ve annesi ile olan ilişkisi. Kendi annesi de bir ressam ama yanlış ilişkiler içine girmiş, alkol ve uyuşturucu bağımlılığında ve kızına engel ve sorun olmaktan başka bir şey yapmayan biri. Bu arada başroldeki kişi de yazar. Güzel sanatlara kabul edilmiş ama gidememiş.

Şiddet mağduru bir kadın ve bir anne olarak, yanınızda çocuğunuzla sokakta kalmak bu kadar romantik bir durum değil aslında. Tabi ki bu bir dizi ve tabi ki bir bölümde kadın aydınlanma yaşayabilir ancak buradaki sakat durum bunun bir kadın güçlenmesi hikayesi olarak verilip aslında hiç de öyle olmaması. Olamaması. Kendi çaresiz durumunun ve ilişki ağının içinde hayatının kontrolünü eline alamayıp sadece anneliğe tutunarak kızı için yaşamak bir kadını yaşayamaz hale getirebilir. Annelik hayatta kalmak için müthiş bir motivasyon olsa da bu kavramın ve rolün aşırı romantikleştirilmesi belki de tam o anda her şey kötüye giderken çocuğuna kızgın olan ve artık anne olmaktan yorulan bir kadını kötü hissettirebilir. 

Mücadele ettiğimiz şey toplum, devlet, ekonomi ve hatta kendi çocuğumuz dahi olabilir. Temelde de kendi düşünce kalıplarımızla, korkularımızla, önyargılarımızla mücadele ediyoruzdur. En yakının, en sevdiğin hatta sen bile kendi önünde engel olabiliyorsun yeri geliyor. Tüm bunlar olurken de arabayı sürebiliyor muyuz? 

19 yıl önceki filmi izlediğimdeki his ve güçlenme ile şimdi izlediğim dizideki his aynı değil. Bir filmi, diziyi izlerken bana nasıl hissettiriyor ona bakarım. Maid bir kadın güçlenmesi dizisi ise bittiğinde kendimi iyi hissetmem gerekir. Yazımın en başına dönmek istiyorum burada. Tabii ki Kiarostemi ile Netflix’i karşılaştıracak değilim ve sinemasal bir eleştiri de yapmıyorum. Yalnızca bir kadın, bir anne olarak duyguları sömüren yapımlardan hoşlanmadığımı dile getirmek istiyorum. 

Bizi iyi hissettiren ne? Neşe vermesinden bahsetmiyorum, bizi düşündürüyor mu? farklı bir bakış açısı getiriyor mu? bulunduğumuz yeri sorgulatıyor mu? ya da yüzümüzde güzel bir gülümseme yayıp bizi iyi mi hissettiriyor? koca bir film endüstrisini bu şekilde değerlendirelim demiyorum tabii ancak ne yediğimiz kadar ne izlediğimiz de önemli. Duygularımızı ve zihnimizi leziz şeylerle besleyelim. Bir de çocuğumuza sarıldığımızda fonda çalan müziklere kendimiz karar verelim. Depoyu fulleyelim canımlar, sürüşe devam!

Henüz Yorum Yapılmamış

Cevap Yaz

E-Posta adresiniz paylaşılmayacak.