Netflix’te Kulüp dizisi çıktığı anda olumlu tepkilerle hemen adını duyurdu. Hem Sefarad Yahudileri olumlu açıklamalar yaptı hem de izleyenlerden beğeniler topladı. Elbette hemen diziyi izledim. Tebrik ettiğim bir yapım olmuş Kulüp dizisi. Çekimler, atmosfer, hikayenin kurgusu, uzun sıkıcı anlar yerine hızlı akan bir senaryo, oyunculuk, her şeyiyle bayıldım. İstanbul’un bir dönemini çok güzel yansıtmış, insan o dönemi izlerken yaşıyor adeta. Dizi 1955 yılının en önemli gece kulüplerinden biri olan “Kulüp İstanbul”’da geçiyor ve eski mahkum Matilda ile kızı Raşel’in hayata tutunmasını konu alıyor. Elbette bir çok karakterin de hayatına göz atmış oluyoruz mesela hayallerini gerçekleştirmeye çalışan sanatçı Selim gibi…
Dürüst olmak gerekirse, bir Netflix yapımı daha olan “Bir başkadır” dizisi beni pek de etkilememişti. Daha doğrusu çekimlerde manzaralar güzeldi, oyunculuk güzeldi ama hikaye bana çok çiğ gelmişti. Ülkenin gerçek nabzını da tutmuyordu bence, herkesin bildiğini herkese sunmak gibiydi. Ama Kulüp dizisi gerçekten bu ülkenin bilinmeyen hikayelerini sunmuş.
Kulüp Dizisindeki Karakterler Gerçekte Kim?
Projenin mimarlarından Rana Denizer hikayeyi ortaya çıkarmış ve kendi yaşadığı hikayeyi kaleme almış. Yakın çevresi Rana Denizer’in aslında dizideki Raşel olduğunu ortaya koyuyor ama kendisinden daha net bir açıklama daha gelmedi. Senaryoda Aysin Akbulut ve Necati Şahin var. Ladino dili için ise çok titizlikle çalışılmış. Yönetmen ise Zeynep Günay Tan ve Seren Yüce. Sacit Aslan, yaptığı açıklamada karakterlerin bazılarını tanıdığın da dile getirmiş. Matilda’yı, İsmet’i ve Raşel diye geçen Rana’yı yakinen tanıdığını ifade ediyor.
Dizi, Sefarad Yahudilerini görünür kılmakla kalmamış, geleneklerini de çok güzel ve naif işlemiş. Dinler arası barış çağrısını göze sokmadan, karakterler arasındaki dayanışma ile vermiş…
Ve en güzeli ise karakterler ne siyah ne beyaz, hepsinin insan olduğunu, kusurlarını ve güçlü yanlarını görüyoruz ve hepsi aslında gri bölgede. Hatta kötü karakter diyebileceğimiz Çelebi’nin bile, hikayenin bir noktasında çok da kötü olmadığını, kaybolmuş bir kişi olduğunu anlıyoruz. Bir başkadır’da benim hoşlanmadığım da bunun olmayışıydı yani tüm karakterlerin steorotip ve adeta karikatürize ve abartılmış olmasıydı. Türkiye böyle değil. Zaten yeterince ülke olarak kalıplara sokuluyoruz ve sınıflandırılıp, çatıştırılıyoruz bir de dizi ile bunun yapılması artık yeter dedirtiyor. Ama kulüp dizisininde bu genel tutum bence çok güzel aşılmış.
Karakterlerin derinliği çok yerli yerinde ve tutarlı. Artık oyunculuktan mı yoksa senaryodan mı bilemiyorum ama hepsiyle bağ kurabiliyor ve hepsinin de acılarını, arayışlarını, hata ve güçlü yanlarını anlayabiliyoruz. İnançlar ve kültür çok keyifli verilmiş.
Türkiye etnik kökenlerin, farklı inançların, bambaşka kültürlerin kesiştiği bir toprak olarak.
Doğanın ta kendisi gibi. Çeşitlilik her zaman zenginliktir ve Türkiye’nin çeşitliliği bence bu toprakların en büyük zenginliği. Türkiye’nin çeşitliliğini klişelere kaçmadan, steorotipleştirmeden, gerçekçi olarak vermesini takdir ettim. Çeşitlilik demek maalesef çok fazla politik çatışma da demek, haliyle bir çok politikanın da kurbanı oldu tüm azınlıklar. Dizi bunu da işlemiş ve yine çok naif bir şekilde eleştirmiş ama hiç öfke politikası gütmeden, hikayenin içinde, karakterlerin çevresinde bunu vermiş. Empati kurdurmayı da başarmış.
BUNDAN SONRASI SPOİLER İÇERMEKTEDİR
Bayıldığım bir diğer sahne ise (spoiler geliyor, dikkat), Purim bayramındaki şölen sofrası sahnesi oldu. Dizide Purim, zıtlıkların bayramı ve gizli olanın açığa çıkması olarak anlatılıyor ve ardından bu bayramda iyiyle kötüyü ayırt edemeyecek kadar içildiği ve böylece herkesin eşit olduğunun idrak edildiği söyleniyor. Böylece bu bayramda peşin hükümlü olmamak gerektiği idrak ediliyor. Sonra da Mevlana’nın “görünene razı olma” mesajı veriliyor ve hikaye burada Çelebi’nin kim olduğuna bağlanıyor. Dizi, böylesi bir şölen sahnesi ve dini bir anlatım ile bu felsefeyi adeta bize yaşatıyor ve kim iyi kim kötü, ayırt edemez hale geliyoruz; peşin hükümlerimizi kırıyor. Çünkü bir sonraki sahnede Çelebi, nüfusunu gasp ederek esir tuttuğu kızın nüfusunu veriyor ve Matilda’nın dileğini yerine getiriyor, çünkü Matilda’ya aşık olduğunu anlıyoruz. Ve hemen sonra da Matilda, çatı katındaki kuş kafesini buluyor, her şey açığa çıkıyor.
Yani bayramdaki her bir mesaj, dizide bir bir gerçeğe dönüşüyor. Böyle bir senaryo, hikayeyi her zaman derinleştirir ve kuru – düz bir akıştan çıkmasını sağlar. İnsana manevi bir haz verir. Ve benim fark ettiğim genelde Türkiye’deki dizilerde böylesi bir manevi derinlik hep es geçiliyor ya da derin bir felsefeyle değil, çok ucuz yapılıyor. Ama bu dizide, çok güzel, ince ince işlenmiş tüm olay kurgusu. Hiç kopukluk hissetmiyoruz.
Kuşlar ve Kafesleri
Bunlardan biri de kuş ve kafes ilişkisi. Kuşların kafese hapsedilmesi ve sonra Matilda’nın sevgilisini öldürüp kuşları serbest bırakmasıyla her şey kafamızda netleşiyor. Matilda, öldürdükten sonra kuşları özgürleştiriyor ama kendisi kafese yani hapse giriyor. Ve dizi boyunca bu kafes hikayeyle birlikte akıyor. Hikayenin sonunda ise Çelebi, kızgınlık içinde kuşları serbest bırakıyor ve artık kaybettiğini düşündüğünde, geçmişten gelen bir hayalet olan kafesi kırıyor. Dizi boyunca özgürlük, hapsedilmek, aşk ve esaret arasındaki çatışmayı kafes üzerinden görüyoruz.
Aile Doğuştan mı Gelir Seçilir Mi?
Bir diğer simge ise Matilda’nın evindeki kapı kolu. Her tartışma ve her çatışmada kapının kolu kopuyor ve yere düşüyor. Bu detay bence mükemmel işlenmiş ve sizi hikayeye bağlıyor. Ve Matilda ile kızı Raşel artık anne-kız olmayı “seçtiklerinde” Raşel kapının kolunu tamir etmiş oluyor. Bozuk olan düzeliyor ve artık yuvanın bir kapısı oluyor. Dizide, ailenin doğuştan gelmediği ve bir seçim olduğu da ayrıca bu sebeple harika vurgulanmış. Çünkü aile olmayı emek vermeye bağlamış dizi ve oldukça da doğru bir tespit.
Annelik: Ya Sev Ya Öldür
Yine hikayeye derinlik katan başka bir katman ise annelik olgusu aslında. Hem Orhan’ın hem Selim’in -ki ikisi arasında da alt bir hikaye olduğu aşikar ama açıkça dizinin ilerleyen bölümlerinde bence verilmeyecektir- annelerinin, onlara zulmetmesi ve aşağılaması, ardından Matilda’nın anneliğini sorgulaması bir başka benzer örüntüydü. Selim ve Orhan’ın annesi aslında “yutan anne arketipi”. Yani çocuğunun karakterini Jung’un deyimiyle egosunu yani kendi olma halini yutan, tüketen anne. Bunu masallarda da görürüz mesela Hansel ve Gretel’i yemek isteyen cadı gibi -ki o cadıya onları götüren üvey annedir ve cadı ölünce, üvey anne de ölür-. Bu masalda da asıl hedef Hansel’dir. Bu arketip ile Selim ile Orhan’ın hayatını mahveden arketipi hemen görmüş oluyoruz. Matilda ise kendi kızının kişiliğini öldürüp, onu yutmak yerine, onu kendi olmaya doğru sevkedecek yani seven güçlü anne arketipi olarak karşımıza çıkıyor.
Anne arketipleri üzerinden ilerleyen örüntüler, karakterlerin birbiriyle bağını sağlamlaştırırken bir yandan da bizim de kafamızda “Neden bu insanların kaderleri kesişti?” Sorusuna cevap vermemizi de sağlıyor. Hikayenin bağlandığı simgeleri çoğaltmak mümkün.
Zeki Karakterler
Dizi de bir diğer yüzümüzü güldüren olay Selim’in babasının vefatını öğrenmesi sonrası Çelebi ile Orhan’ın konuştuğu sahne. Bu bölümde Orhan’ın aslında her şeyin farkında olması ve Çelebi’yi azarlaması da bizi rahatlatıyor. Türk dizilerinin klişesi olan hiçbir şeyden habersiz patron ve her şeyi karıştırıp iyiyi kötü duruma sokan kötü adam klişesini de kırmış. Orhan açık açık “Matilda ile bozuştuğunda birine çatıyorsun, bu kadınla derdin ne, ona aşık mısın!” Dediğinde, Çelebi’nin bakışlarından olayın çözüldüğünü anlıyoruz. Ve diyoruz ki “ŞÜKÜRLER OLSUN; Klişe bir senaryo da bizi boğmadılar! Hele şükür zeki bir dizi karakteri!”
Yani özetle klişeleri aşan, manevi derinliği veren, karakterler ve hikayeleri zekice bağlayan bir dizi olmuş.
Böyle naif dizilere hasret kalmışız gerçekten… Dilerim bu tarz yapımlar artar.
Efe Elmas
Kadim Lisan
Nefis bir inceleme olmuş. Çok teşekkürler, zevkle okudum.