Yaratıcılığın Kaynağı
Sanat, Spiritüalizm, Anlatıcılık
İnsanlık kendini keşfettiğinden beridir yaratıcılığı ile hayatta kaldı. Vahşi ormanlarda, derin doğada aletler yaparak, yıldızları takip ederek yol buldu. En karanlık geceleri karanlığın içinden keşfettiği ateş ile atlattı. Tarım, medeniyet, uygarlık, teknoloji, edebiyat, sanat, inanç, ticaret ve tüm alanlar baktığımızda insanın “yaratıcılık” tarihidir. Tüm doğaya baktığımızda her hayvan bir bilgelik ile var olduysa belki de insanın varoluş imzası yaratıcılıktır.
Yaratıcılık insan benliğinden akan çoşkun bir nehir gibidir ve bu nehir, hayalleri besler, ilham sunar ve aktif eylem ile bir ürüne dönüşür. İster bir roman olsun, isterse şiir, bir resim ya da yazılmış dijital bir program, yaratıcılık dinamiği aynıdır. Kişinin altyapısı, eğilimi, yeteneği ne ise bu kök enerji o şekilde şekillenecek aynı DNA’ya sahip bir kök hücrenin ihtiyaca göre beyin hücresi, kas hücresi ya da mide hücresine dönüşmesi gibi ihtiyaca göre biçimlenecektir. Ama derine indiğimizde yaratıcılık aynı yerden gelir; insan varlığının özgün doğasından.
Lakin zaman zaman bu coşkun nehir bir sebeple azalabilir veyahut neredeyse durma noktasına gelebilir. O nehir hiçbir zaman “kurumaz” lakin “tıkanabilir ve “tıkanık” bir yaratıcılık söz konusu olabilir. Ya da keşfetmemiz farkında olarak ya da olmayarak engellenebilir.
Bu tıkanıklığın en temel sebeplerinden biri taktığımız maskelerdir yani “kendi özgün doğamızı” kabul edememek… Çünkü o nehrin akacağı yol kişinin kendi içgüdüleri ve özgün doğasıdır. “Taklit” yaratıcılığı güdüleyecek ama özgün bir yaratım sunmayacaktır. Kişi kendi otantik varlığından uzaklaştığında yaratıcılık tıkanacak ve kişi bir ürün yaratmaya akan o ruhsal enerjiyi iç dünyasına yönlendirecektir. Bu dönemler içimize döndüğümüz, metaforik anlamda inzivaya girdiğimiz ve yaratıcı kaynağa geri döndüğümüz içsel bir keşif sürecidir. Ruhsal enerji dış dünyaya değil, kişinin iç dünyasına akarak, onun özgün kişiliğini yaşamasını engelleyen yani o nehri tıkayan büyük kayayı keşfe çıkması demektir. Bu tıkayan şey bazen bir arkadaşın, bir eşin, bir anne ve babanın cümlesi bazen kendi kendimize ettiğimiz bir yemin bazen bir vazgeçiş anı, bir şüphe ya da aldığımız bir yaradır. Bazen de kaskatı kesilmiş bir beden yaratıcı enerjinin akışının engeli olabilmektedir.
Her ne olursa olsun her tıkanma anı ve her tıkanıklığı keşfediş süreci yaratıcılığın daha da artmasını sağlar. Bu açıdan bu içe dönüşler aslında elzemdir.
Bu noktada eski zamanların en yaratıcı unsurları olan masallar ve yaratıcılığı yine harekete geçirecek bazı teknikler çok işe yarardır. Dans etmek, özgürce hareket etmek, bir sanat eserinden feyz almak ve daha nicesi güdüleyici unsura sahiptir. Yazmak, resmetmek, duyguları ifade etmek ve bilinçdışını sağaltmak yaratıcılığın akışı için önemlidir. Yaratımın muhteşemliğini seyretmek, yaratımın en yüksek noktası olan doğayı incelemek harika ilham kaynaklarından biridir.
Bireysel anlamın dışında ise genel olarak toplumsal açıdan bir ilham ve yaratıcılık eksikliği olduğunu görürüz. Plagiarism yani intihal toplumumuzda çok yaygın ve herhangi bir kitapçıda raflardaki kitaplara baksak bir çok “tıkanık” yaratıcılık eseri görürüz. Güzel bir eserin hemen ucuzca kopyalandığını, güzel bir konuşmanın taklit edildiğini, güzel bir yazının kaynak belirtmeksizin kopyalandığını çokça görüyoruz. Kendini tekrarlayan, bol alıntılar yapan ve “yeni bir tuğla” koymayan kitaplar bolca mevcut. Yani toplumumuzda ciddi anlamda özgünlük eksiği ve tıkanıklık çok üzücü şekilde mevcut. Toplumumuz dışında aslında son çağların yaratıcılığında bir tıkanıklık da mevcut.
Çünkü kollektif anlamda “yaratmak” bizi korkutur…
Bir şeyler yaratmaya, her şeyi yeni baştan yazmaya muktedir olduğumuz bilgisi korkutucudur. Binlerce yıllık bir korkudur bu; ya sistemi bozarsam, ya bir şeyler iyi gitmezse, ya yaratıcılığı dizginleyemezsem, ya yarattığım en güzel eserden daha güzelini yaratamazsam, ya yaratmayı beceremezsem, ya yarattığım sevilmezse… Yaratmak Yaratıcı’nın vasfıdır bize düşmez diye söylenir hep mesela. Lakin her sanatçı, her yazar, her yaratıcı kişi Yaratıcı’nın yaratma fiilini ruhunda taşır. Ama korkutulduğumuzu itiraf etmeliyiz.
Çünkü yaratıcı olmak, üretmek, son derece tüketim çılgınlığı içeren sistemin işine gelmez. Yaratıcı kişiyi şablonlara, kalıplara sokamazsınız. SİSTEM İÇİN TEHDİTTİR. Çünkü ÖZGÜN ve KENDİ GİBİ olmayı içermektedir. Farklılığı yüreğinde taşır yaratıcı kişi ve onu onurlandırır. Sistemin siyah-beyaz rengine, kırmızıyı, sarıyı, yeşili, maviyi yani “öteki” renkleri sokar.
Yaratıcılık dediğimizde bir anda kollektif olarak insanlığın korkuları açığa çıkar, hepsinin de temelinde yaratıcı olduğumuza dair şüphe ve endişe yatmaktadır. Bu şüphe ve endişe adım adım, binlerce yıl içinde “otorite” figürleri tarafından insanlığa kollektif şekilde ekilmiştir. Böylelikle toplumlar boyun eğdirilmiş, diktatör rejimler ya da imparatorluklar ya da dinsel otoriteler toplulukları kontrol edebilir hale getirmiştir. Ve tanrısallığımızı unuttuğumuz an böylece başlamıştır.
Masallar uydurma olarak görülmüş, hayal gücüne ket vurulmuş, özgün her şey saçmalık olarak kenara atılmış, okul hayatından iş hayatına kadar “tek tip” bir insan figürü olunmasına zorlanılmış, dinlerin vaaz verenleri “ideal” inanan kalıplarını dayatmış ve kişisel gelişim kitapları “olunması gereken karakter” listesi ile pamuk pamuk bir insan tiplemesi sunmuştur. Yani dört bir yandan şablonlar, kalıplara maruz kalmaktayız. Halbuki tanrısallık yaratıcılık ile eşdeğerdir ve insanın söyleyecek çok sözü vardır.
Mevlana, tanrısallığını hatırladığında, “hamuş” yani “sessiz” olduğunu söyler ve o sessizlik içinde ağzından, yüreğinden tüm okuduklarını, tüm öğrendiklerini, tüm deneyimlediklerini, tüm aşklarını, tüm yaralarını ve tüm arayış ve keşiflerini içeren 25.632 beyit içeren Mesnevi dökülmüştür. Çevirinin uzunluğuna, yazı fontuna göre değişmekle birlikte okunabilir bir Mesnevi çevirisi ortalama 2000 sayfadır. Yani kişi yaratıcı olduğunu hatırladığı anda ruhundan yükselen yaratım “hamuş” olduğu halde böyledir… Tabi biraz da ruh çoşkunsa :))
Elbette yaratmak için illa ki aydınlanmış olmaya gerek yok. Bir yanan çalı ile konuşmaya gerek kalmadan, Tanrı ile sohbet ya da gıybet yapmaksızın herkes bu vasfa sahiptir. İlk yaratım anları aynı doğum gibi sancılar taşır içinde. Yapar mıyım, yapamaz mıyım, sevilir mi, ben sever miyim… Çok hassas ve kırılgan bir andır, yetersizlik duygusu, kıyaslama ve karşılaştırma kapıda beklemektedir.
Hepimiz bu hassas buz üzerinde yürüyerek yaratıcılığımızın gücünün farkına varıyoruz; herkes aynı hassasiyetten geçiyor. O biricik, nihai ürünümüzü kırılgan bir bebek gibi seviyoruz çünkü, ölmesini, acımasızca yargılanmasını istemiyoruz. Hepsi çok doğal… Elbette samimiyetine, iyi niyetine inandığınız kişilerle paylaşın mesela ilk yaratıcı ürünlerinizi.
Yine de doğal olarak ayaklar geri geri gidebiliyor. Mesela bir yazı ise söz konusu “yeterince bilmiyorum ki” diyebilirsiniz 10 yıldır üzerine okumuş olduğunuz halde… Eğer ki yaratma hissiyatı geldiyse onu salmakta zorlanıyoruz, o ruhta yükselen çoşkuyu bir avuç minik bülbül gibi serbest bırakabilmekte zorlanıyoruz. Halbuki şunu bilmemiz gerekiyor ki bir şey yaratırken sadece ruhumuzdan akana izin veriyoruz. Biricik özgün varlığımızdan bir kuşu bu güzel yuvaya emanet ediyoruz şifa olsun diye.
Yaratmaya dair korkular her ne kadar hepimize dayatılsa da yine o engelleri biz koyuyoruz ve onları aşmak çok kolay. Tek bir eylem adımı yeterli… Sadece başlamak. Tüm o büyüyen dirençleri kırmaya yeten tek bir hareket.
Bu noktada yaratıcı bir unsurun gerçekten yaratıcı olmasının tek bir kaidesi vardır; muhakkak “özgünlüğe” ve bizim yüreğimizden, bizim deneyimlerimizden, bizim yaralarımız ve şifalarımızdan çıkmasıdır. En didaktik dille yazılmış bilimsel bir kitap bile olsa şahsi bir arayış ve merakın unsuru olacaktır. Yani dilinden bahsetmiyorum. Fark katmaktan, kendi yüreğimizden geçirmekten bahsediyorum. Ne yapıyorsak bir fark katalım, o farklar renklene renklene gökkuşağı gibi bir yer yaratabiliriz.
İçinde bulunduğumuz çağ yaratmaya, yaratıcılığımızı hatırlamaya ve en önemlisi “özgün” olmaya ihtiyaç olduğumuz bir çağ…
Çok güzel yazı, her zamanki gibi:)