Labirent Yunanca “Labýrinthos” kelimesinden gelmektedir. Yunanca’ya Girit dilinden geçtiği tahmin edilmektedir ve “Labyrs’in evi” anlamını taşır. Labrys, çift taraflı baldadır. Bu kelimenin kaynağı Lidya uygarlığına kadar uzanır. Arthur Evans’ ın yaptığı araştırmalarda Girit’te yüksek rahibelerin ellerinde ve Tanrıça ’nın elinde çift taraflı balta tutan tasvirler bulunmuştur ve bu kutsal bir alanı temsil etmektedir. Labirent bu betimlemelerde bir tür rahim sembolü olarak yer alır.
Labirent oldukça eski bir semboldür. Neolitik çağa kadar uzanır. İskandinavya ve Danimarka’nın taş labirentlerinden, Hindistan’ın kadim labirent alanlarına kadar fiziksel olarak labirentler 2 boyutlu olarak mevcuttur. Labirent çizimini ise Yukatan yarımadasındaki mağaralardan, Antik Mısır’ın Tapınaklarına, Etrüsk ve İsrail’deki testilerden Antik Yunan’daki kil tabletlere, Eski Hindu metinlerinden, Orta çağ el yazmalarına kadar Dünya’nın dört bir yanında aynı şekilde görürüz.
Labirent mi Maze Mi?
Labirent diyince aklımıza genelde karmaşık şekiller gelir ama bu labirent değildir, bu “maze”’dir. Türkçe’de tam karşılığı ve ayrımı bulamasa da “labirent” ve “maze” iki ayrı formdur. “Labirent” tek girişi olan, tek varışı olan dolambaçlı ama kaybolmanın olmadığı şekildir. Tüm kültürlerde sembolik ve kutsal atfedilen bu çizimdir. “Maze” ise birden fazla girişi ve çıkışı olan, çıkmaz sokakları olan, kaybolmaya veya kafa karıştırmaya yönelik olan şekillerdir. Bilimsel deneylerde veya bilmece içeren oyunlarda en çok karışımıza çıkan bu semboldür.
Labirent Sembolizmi
Labirent, birçok araştırmacı için içe dönüşün, dönüşümün sembolüdür. Bunun sebebi tek bir yolun olması ve en merkezden tek bir dönüşün olmasıdır. Yerli halklar aynı zamanda labirent sembolünü ana rahmi ile de özdeşleştirmiştir. Labirente giriş ve oradan çıkış bir bebeğin doğumunu sembolize etmektedir. Bu yüzden bilincin dönüşümünü, içsel değişimi sembolize etmektedir. Amaç bu sarsıntılı geçiş süreçlerini sağlıklı bir şekilde sağlamaktır.
Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş eserinde şöyle söylemektedir: “Bir labirentin asıl amacı, “merkezi” korumaktır.” Bu yüzden olsa gerek labirent biçiminde şehirler çokça hayal edilmiş ve kurgulanmıştır. Ve labirent güçlü bir yer edinmiştir. Merkez kişinin merkezidir.
Labirent temelde bütünlüğü temsil eden kadim bir semboldür. Çemberin ve spiralin imgesel bir bütünlüğünü taşır, dolambaçlıdır ama çok anlamlı bir yolculuktur. Kendi merkezimize olan yolculuğu ve oradan alınan bilgelikle dış dünyaya geri dönmeyi temsil eder. Bu yüzden dolayı, meditasyon, dua veya inisiyasyon aracı olarak kullanılagelmiştir. Mesela Chartes katedralinde bir labirent vardır ve dini bir anlamı vardır; Tanrı’ya doğru yolculuk Labirent, bir inisiyasyon aracıdır. Ölüm ve doğum labirent ile anlatılmıştır. Ana rahmini en temel sembolizmidir ve ana rahmi doğumun başladığı aynı zamanda öldüğümüzde gömüldüğümüz Toprak ananın rahmidir.
Labirentin tek yönlü (yani tek girişi olan ve tek çıkışı olan), yolu, merkezlenmeyi anlatır. Önceden de bahsettiğimiz gibi Maze ile farkı budur, Maze’de bir çok yollar vardır ve çıkmaz sokaklarla sonuçlanabilir, tamamen kafa karıştırıcıdır. Aynı yaşam ve kader gibi ,labirentte uzun bir yolculuktur, bazen çok dolambaçlı bazen geriye dönüyormuş gibi bile hissettirebilir ama belirli bir başlangıcı ve kesin bir sonu vardır. Mandalalar gibi, labirentler de holistik bir rota sunar, dıştan merkeze doğru. Labirentin bazı noktalarda sola, bazı noktalarda sağa dönmesi ise, eril ve dişil yönler arasında gidip gelme ve en nihayetinde dengelenmeyi, merkezlenmeyi temsil eder. Tamamen bedensel olarak sağ ve sol beynin merkezlenmesine benzetebiliriz.
Borges’in Labirentleri- Ölümsüzler Şehri
Borges labirentleriyle meşhur bir yazardır. Bir çok hikayesinde labirent geçer ama özellikle “Ölümsüz” hikayesindeki labirent çok etkileyicidi.r
Hikaye, 1929 yılında nadir kitaplar satan İzmirli Antikacı Joseph Cartaphilus ‘un Lusanya Presnesi’ne Pope ‘un küçük boy İlyada serisini vermesiyle başlar. Kitap, 1715-1720 yıllarında yazılmıştır ve arkasında Latince bir elyazması vardır. El yazmasındaki hikaye, imparator Diocletian’ın hükümdarlığı sırasında Romalı bir asker olan Marcus Flaminius Rufus tarafından anlatılan otobiyografik bir hikayedir. Mısır’ın Thebes kentinde uykusuz bir gecede yorgun ve yaralı gizemli bir adam, kampına sığınır. Ölmeden hemen önce, Rufus’a suları içen kişiye ölümsüzlük bahşeden bir nehirden bahseder. Nehir, Ölümsüzler Şehri denen bir yerin yanındadır. Onu bulmaya kararlı olan Rufus, askerleriyle Afrika’ya doğru yola çıkar. Yolculuğun sert koşulları birçok adamının kaçmasına neden olur. Kalan askerlerin ölümünü planladığını duyduktan sonra Rufus kaçar ve çölde dolaşır. Rufus bir kabustan uyanır ve kendisini bir mağara sakininin yaşadığı bir dağın kenarındaki küçük bir girintiye bağlanmış olarak bulur. Aşağıda kirli bir akarsu görür ve su içmek için aşağıya atlar; yaralıdır, suyu içer ve uykuya dalar. Önümüzdeki birkaç gün içinde iyileşir ve Ölümsüzler Şehri’ni uzaktan görünce oraya doğru yürümeye başlar ve ardından bir mağara adamı onu takip etmektedir. Ölümsüzler Şehri, çıkmaz geçitler, ters çevrilmiş merdivenler ve birçok kaotik mimari yapıya sahip muazzam bir labirenttir. Şehir tarafından dehşete düşürülen ve itilen Rufus, onu “heterojen sözcüklerden oluşan bir kaos, bir kaplanın gövdesi veya dişlerin, organların ve kafaların karşılıklı birleşim ve nefretle canavarca çekildiği bir boğa” olarak tanımlar.
Şehir şöyledir:
“… Uzaktan sütun başlıklarını, dışbükey pervazları, üçgen alınlıklarıyla mahzenleri, granit ile mermerin karmaşık şatafatını gördüm. Böylelikle de karanlık, iç içe labirentlerin kördüğümünden görkemli kente ağma olanağına kavuştum.
Küçük bir alana daha doğrusu bir çeşit avluya çıktım. Mimarisi ve yükseltileri değişken bir tek yapı çevreliyordu alanı; çeşit çeşit kubbelerle sütunlar, bu bağdaşımsız yapının birer parçasıydı. Karşımdaki inanılmaz anıtın öteki niteliklerinden çok, yapım yılının sonsuz eskiliği soluğumu kesti. İnsan soyundan da eskiydi bana kalırsa, yeryüzünden de. Bu apaçık epeskilik (göze nedense korkunç gelse de) ölümsüz yapı ustalarının yapıtlarıyla uyumluydu bence. Önceleri sakınarak sonraları kayıtsızca, en sonunda da çılgınca o mimariye vurdum kendimi; bu içinden çıkılmaz yapının merdivenlerinde, eşiklerinde gezindim. (sonradan basamakların yükseklikleriyle genişliklerinin farklı farklı olduğunu öğrendim; bu gerçek, tırmanırken duyduğum benzersiz bitkinliğin nedenini anlamamı sağladı.) “Bu saray tanrıların yapımıdır olsa olsa” diye düşündüm başlangıçta. İnsan ayağı değmemiş iç bölgeleri dolaşınca ilk izlenimimi düzelttim: “Burayı yapan tanrılar ölmüşler.” Yapının garipliklerinin ayrımına varınca da dedim ki: “Burayı yapan tanrılar zaten çılgınmışlar.” Biliyorum, bu sözleri, neredeyse pişmanlığı andıran bir tövbekârlık duygusuyla, elle tutulur bir korkudan çok, korku düşüncesiyle etmiştim. Bu engin epeskilik izlenimine zamanla yenileri eklendi: bitimsizliğe, acımasızlığa, karmaşık bir anlamsızlığa ilişkin şeyler. Bir labirenti kat etmiştim ve Ölümsüzlerin pırıltılı kenti, içimi ürküyle, tiksintiyle doldurdu yine. Labirent insanı şaşırtmak üzere kurulmuş bir yapıdır; simetriden yana zengin mimarisi, bu amacın buyruğuna sunulmuştur. Yarım yamalak araştırdığım sarayın mimarisi ise, böyle bir kesinlikten yoksundu. Kör geçitler, yüksek ulaşılmaz pencereler, bir hücreye ya da bir uçuruma açılan uğursuz kapılar, basamakları ve tırabzanları aşağılara sarkan, inanılmaz birtakım tepetaklak merdivenler gırla gidiyordu. Anıtsal duvarların kıyısına iğreti yaslanan basamaklar da, kubbelerin görkemli karanlığında şöyle birkaç dönüş yaptıktan sonra hiçbir yana açılmadan ölüp gidiyorlardı… “(Borges, Alef, 2012, s. 49)

Sonunda şehirden kaçar ve onu orada takip eden mağara adamını dışarıda beklerken bulur; ona Argos adını verir ( Odysseus’un köpeğidir) ve ona dil öğretmeye karar verir. Kısa bir süre sonra mağara adamının “Ölümsüzler” olduğunu, orijinal Ölümsüzler Şehri’ni yıktığını onu Rufus’un karşılaştığı labirent ile değiştirdiğini ortaya çıkarır. Şehre gelmeden önce içtiği nehrin de ölümsüzlük veren nehir olduğunu öğrenir. Bunun üzerine Rufus ölüm getiren bir nehir olduğuna da inanır ve tekrar ölümlü olmak adına o nehri bulup, oradan su içer. Hikayenin sonunda, aslında Rufus’un, Joseph Cartaphilus olduğunu el yazmasından anlarız.
Borges’in hikayesi çok etkileyici ve zamansızlığı anlatan bir hikayedir. Labirent, zamansızlığı, bilinç ile bilinçdışının birlikteliğini, ruhun sonsuzluktaki yolculuğunu anlatır.
Efe Elmas
Kadim Lisan